Olduran Bilginin Peşinde: Gazzâlî’nin Hakikat Arayışı ve İhyâ

Büyük düşünürler, sadece doğdukları zamanı değil, insanlığın geleceğini de yaşar. Gazzâlî’yi bugün dahi Müslümanların zihninde canlı ve etkili bir figür haline getiren şey, sıradan zihinlerin geçiştireceği büyük bir düşünsel krizi fark ederek cesaretle üstüne gitmesiydi. Bunalımları, iç çelişkileri, şüpheleri, yolculukları, bitmek tükenmek bilmeyen hakikat arayışı ve nihayet çözüm önerileriyle Gazzâlî, İslam medeniyetinin en önemli kriz anlarından birini ifşa etmekle kalmadı, onu iliklerine kadar hissederek İslam medeniyetinin geleceğini yaşadı. İhyâu ulûmi’d-dîn, yani Din İlimlerinin İhyâsı adlı eser, Gazâlî’nin, farklı eserlerinde ayrıntılı bir şekilde tasvir ve tahlil ettiği bu krizle ilgili kendi çözüm önerisi olarak değerlendirilebilir. Tam olarak bu nedenle İhyâ, sadece onun değil klasik İslam literatürünün tarihten günümüze değin belki de en çok okunan ve en yaygın etkiye sahip eserlerinden biri olmuştur.

Kitaba yabancı olup din ilimlerini hadis, fıkıh, tefsir, kelam gibi ilimler olarak anlayan ve eserden bu ilimlere ilişkin bir anlatı ya da bu ilimleri konu, yöntem, problem, terminoloji noktasında yeniden ele alma teşebbüsü bekleyen biri için eserle ilk karşılaşma daima hayret uyandırıcıdır. Bu beklentiyi tamamen boşa çıkaracak bir şekilde Gazzâlî, eserin hemen başında fıkıh ve kelam gibi disiplinleri din ilimlerinden saymadığını ve onların dünya ilmi olduğunu söyler. Hatta biraz daha ileri giderek, bu disiplinlerin temsilcilerinin din ilmini tamamen unuttuklarını ve dünya ilmi olan bu disiplinleri insanlara din ilmi olarak takdim etmek suretiyle dinî düşünce ve yaşantıyı tahrip ettiklerini vurgular. Böylece İhyâ, dönemi dinî düşünce ve yaşantının içine düştüğü krizle ilgili bir tespitle başlar ve kendisini bu krizin üstesinden gelmek üzere din ilimlerine yeniden hayat verecek bir metin olarak takdim eder.

Peki Gazzâlî’nin unutulup ihmal edildiğini ve bu nedenle dinî
düşünce ile yaşantının büyük bir buhrana saplandığını
söylediği din ilimleri nedir?

Bu sorunun cevabı Gazzâlî’nin bahsettiği buhranın mahiyetiyle yakından ilgilidir. Gazzâlî, İhyâ’nın başında fıkıh ve kelam gibi disiplinlerin temsilcilerinin içine düştüğü yangılardan bahsederken, dışarıdan bir gözle konuşmaz. Döneminin en büyük fıkıh ve kelam bilginlerinden biri olarak o, bizzat bu buhranı acı bir şekilde tecrübe etmiş ve din ilminin mahiyetine ilişkin bir kavrayış yoksunluğunun ona ödettiği bedelleri yaşamıştır. Sonraki hayatında bu buhrana dair ilk farkındalık anlarından biri olarak, Cürcân’da aldığı ilk eğitim ertesinde memleketi Tûs’a geri dönerken önünü kesen eşkıya ile yaşadığı bir hadiseyi zikreder.

                    Cürcân

  Anlatıya göre eşkıya, Gazzâlî’nin Nişabur’daki dersler boyunca        tuttuğu notlardan oluşan defterlerine el koyar ve Gazzâlî sahip olduğu ilmin tamamının bu defterlerde saklı olduğunu söyleyerek   çaresizce eşkıyaya yalvarır: “Onları geri vermezseniz bugüne kadar biriktirdiğim her şeyi kaybederim”. Bunun üzerine eşkıyalardan biri ona hayat boyu unutmayacağı bir cevap verir: “Demek ki kitapların alınınca geriye bilgiden hiçbir eser kalmıyor sende. Söylesene bu nasıl bir bilgidir ki hırsız onu senden çalabildi?”

Böyle diyerek eşkıya kitapları Gazzâlî’ye fırlatır. Anlatıda Gazzâlî bu ânı, zamanın durup onu yeni ve ömür boyu takip edeceği bir soruyla baş başa bırakacağı hayatî bir dönüşüm noktası olarak tasvir eder. Yeni soru şudur: Kimsenin benden çalamayacağı bir bilgi nasıl bir şey olabilir? Gazzâlî ömrü boyunca bu sorunun gerçek cevabını aramıştır. Bununla birlikte henüz ilk gençlik yıllarında gerçekleşen bu hadise, aynı yıllarda eşkıyanın uyarısını, ilmi sadece kitaplara hasretmeyip kendi zihnine kazıması gerektiği şeklinde anlamasına sebep olmuş, bu nedenle de Tûs’a döner dönmez kitaplarda yazılan her şeyi ezberleyip zihnine kaydetmeyi bir çözüm olarak düşünmüştür.

Fakat bu, sorunun cevabı değildi. Gazzâlî için
“kimsenin ondan çalamayacağı bilginin ne olduğu” sorusu,
ömrü boyunca derinleşip daima yeni boyutlar kazandı ve
her seferinde Gazzâlî’yi sarsarak yeni arayışlara itti.

Cürcân’daki ilk eğitimi ertesinde Gazzâlî’nin ikinci durağı, dönemin en etkili bilginlerinden biri olan İmâmu’l-Harameyn el-Cüveynî’nin Nişabur’daki medresesi oldu. Nizamiye medresesini Selçuklu Devleti’nin kudretli veziri Nizâmulmülk yaptırmıştı ve bu medrese İslam dünyasındaki en zeki talebeleri kendisine çekmekteydi. Gazzâlî burada ilmî münazaralarda arkadaşlarına karşı sergilediği üstünlükle öne çıkıyordu. Giderek tam anlamıyla bir nuzzâr, yani tartışmacı haline gelmişti. Tartışmalarda doğru verdiği her cevap onu arkadaşlarından daha üstün olduğu duygusuna sürüklüyordu. Gazzâlî, burada, bilginin üstünlük olduğunun ve üstünlük verdiğinin farkına varmıştı, fakat üstünlük neydi? Bilgi, arkadaşlarımız arasında öne çıkmamızı sağladığı, hayran bakışları üstümüzde topladığı, tartışmalardan galip çıkmamıza yaradığı ya da basitçe kendimizi üstün hissetmemizi sağladığı için mi üstünlüktü? Bizi gerçek manada üstün kılan bilgi neydi? Gazzâlî “kimsenin ondan çalamayacağı ve bizi gerçek manada üstün kılacak bilginin” ne olduğu sorusuyla en açık bir biçimde yüzleştiği esnada, Nişabur medresesindeki yıllarını başka bir aldanmışlıkla hatırlar.

                           Nîşâbur

Gazzâlî, Nişâbur’da iken meşhur sûfi Ebû Alî el-Farmedî’nin tekkesine giderek bazen sohbetlerine katılırdı. Bu sohbetlere kardeşi Ahmed el-Gazzâlî de katılıyordu. Bütün cevapları tekkede bulan bir sûfi olan Ahmed’in aksine, Ebû Hâmid için tekke bir arayışın mekânıydı. Burada kendi serüvenini muhasebe etme imkânı buluyor; ilim ve amel, teori ve pratik arasındaki derin ilişkinin boyutlarını keşfediyordu. Esasen Gazzâlî’nin yaşadığı kişisel serüvenin birbirini tamamlayan iki boyutu vardı: Biri İslam dünyasının içine düştüğü bilgi, yöntem, varlık ve değer alanlarıyla ilgili krizlere karşı giriştiği ve kendisinden önceki bütün gelenekleri eleştirel bir yolla ele almasını sağlayan soğukkanlı bir yüzleşme, diğeri ise böyle büyük hesaplaşmaların içine giren zihinlerin hepsinde görülebilecek içsel tutarlılık ve bilgide bütünlük arayışı.

Nişâbur’daki yıllar boyunca Gazzâlî, bilgisi artık kitaplarda olmadığına göre onu kimsenin çalamayacağına ikna olmuş görünür. Fakat burada hem arkadaşlarıyla girdiği ve üstünlük arzusundan başka bir şeye hizmet etmeyen münazaralar hem de bu münazaralardaki üstünlük sayesinde başta Nizâmulmülk olmak üzere Selçuklu siyasî elitleri nezdinde kazanmayı umduğu ayrıcalıklar, zihnine iyice kazıyarak koruduğunu düşündüğü bilgiyi ondan çalacak yeni bir hırsızla yüzleşmesini sağladı: Dünyevî arzular. Öne çıkma, makam, iktidar ve şöhret gibi arzular Nişabur’da, Nizâmulmülk’ün ordugâhında ve daha sonra Bağdat’ta halifenin sarayında onu o denli etkisi altına almıştı ki rivayete göre Bağdat’a girdiğinde üzerindeki kaftan beş yüz altın değerindeydi. Bu dönem boyunca Gazzâlî büyük kitlelere dersler veriyor, münazaralarda bulunuyor, Selçuklu siyasî elitlerinin kendi iç kavgalarına dahil olarak arabuluculuk görevleri üstleniyor, mezhep temelli toplumsal çatışmaların çözülmesi için siyasî elitlere projeler öneriyor, bu projeleri somutlaştıracak fıkıh ve kelam kitapları kaleme alıyordu. Dünyevî iktidar alanıyla girdiği bu yoğun ilişki, sahip olduğunu vehmettiği bilginin bu kez dünyevî arzular tarafından sınanmasına yol açtı. Dünyevi arzularla yüzleştiğinde, niçin doğru bildiği şeyler hemen buharlaşayazıyor? Doğrunun ne olduğunu biliyor, fakat bu onun doğru eylemesini temin etmiyor. Yanlışın ne olduğunu biliyor, fakat bu onu yanlış yapmaktan alıkoymuyor. Bilgisi eylemle sınandığında uçup gidiyor. Eşkıyanın sorusu Gazzâlî’nin zihninde şimdi yeni bir form kazanmıştır: “Bu nasıl bilgidir ki eylemle sınandığında kaybolup gidiyor? Tümüyle bana ait olan, içselleştirdiğim ve ahlaka dönüşmüş bir hakikat bilgisine gerçekten erişemez miyim?” Bu soruyla birlikte Gazzâlî, giderek eylemle bağı kopmuş bir hakikat içinde yüzdüğünü fark etmeye başlamıştır: O hakikatin içindedir belki, ama hakikat onun içinde değildir…

Bu dönem boyunca Gazzâlî’yi böylesi bir sınama ve iç çelişki içine sokan birçok olay vardı. Daha Nişabur’da iken yaşadığı bu tür olaylardan biri, Cüveynî’nin ölümü ertesinde Nişabur Nizâmiyesi’nin başına kimin geçeceğiyle ilgiliydi. Gazzâlî, Cüveynî’nin yerine kendisinin geçmesi gerektiği yönünde gururlu bir inanca sahipti, fakat düşündüğü gibi olmadı. Cüveynî’nin ölümünü takip eden sabah medreseye gittiğinde, Cüveynî’nin kürsüsünde, ders arkadaşı Kiyâ Harrâsî’nin ders vermeye başladığını gördü. Bu durumla başa çıkmak Gazzâlî için kendi çelişkilerini derinden fark etmesine sebep olan zorlu bir sınamaya dönüşmüştü. Bir yandan bilginin sadece Allah rızası için arzulanmaya değer olduğunu ve değerinin dünyevî hiçbir statüyle ölçülemeyeceğini biliyordu, fakat diğer yandan bunca emeğine rağmen niçin kendisinin değil de Kiyâ Harrâsî’nin Nizâmiye baş müderrisi olduğu yönündeki hasedi içini kemirip duruyordu. Yaşadığı iç çatışması ve bilgide sahip olduğu bütünlüğün eylem alanında dağılarak paramparça olması, Gazzâlî için görmezden gelinebilir bir şey değildi. Fark ediyor, bundan endişe ediyor, fakat bir türlü bu çelişkiyi bilinç seviyesine çıkarıp açıkça yüzleşemiyordu. Eylemlerindeki çelişkilerin üstesinden gelebilmek için, filozofların öğretilerinde fark ettiği çelişkilerin üstesinden gelmek için ihtiyaç duyduğu cesaretten daha fazlasına ihtiyaç vardı. Uzunca bir süre Gazzâlî bu iç çelişkinin üstünü kapattı ve Nişabur’da Kiyâ’ya kaptırdığı üstünlük ve iktidarı başka yerlerde aramaya devam etti. Bunun için ilk durağı Nizâmulmülk’ün, ulema arasındaki münazaralara ev sahipliği yapan ordugâhı oldu. Nizâmulmülk daha Cüveynî’nin talebesiyken Gazzâlî’nin şöhretini duymuştu. Münazaralardaki başarısı ve ilmî kudreti sayesinde muhataplarını alt etme becerisiyle ilgili efsanevî anlatılar kulağına gelmişti. Vezir, İslam dünyasının boğuştuğu büyük krizin sadece siyasî parçalanmışlık, Haçlı tehdidi ve saldırılarını giderek arttıran Haşhaşî terörüyle ilgili olmadığını biliyordu. Ona göre daha derin bir kriz söz konusuydu. İlmî araştırmalar giderek birbirinden ayrılan yöntemlerle bağımsız hakikat iddialarına yöneliyor, bunlarsa bir yandan derin bir epistemolojik krize olduğu kadar bilgiyle yönetilen İslam toplumu açısından bir varlık ve düzen bunalımına neden oluyordu.

                     Nizâmülmülk’ün kabri

Gazzâlî’nin bunalımı hem İslam düşüncesinin hem de İslam toplumunun bunalımıyla birleşerek, Nizâmulmülk’ün himayesinde bir çözüm arayışına evrilecekti. Bunun için Nizâmulmülk onu Isfahan’a davet etti. Gazzâlî, burada Nizâmulmülk’ün teklifiyle Ordugâh’a katılacaktı. Ordugâh’a katılmak Selçuklu yönetim düzeni içerisinde bir rol elde etmek, çatışmalara dâhil olmak ve sultanın maiyetiyle birlikte hareket etmek anlamına geliyordu. Bu ilişkiler onun umduğu iktidar ve üstünlüğü ona temin edebilirdi.

Nihayet Gazzâlî, vezirin büyük itimadını kazandı ve Selçuklu iktidarı tarafından Sultan’ı temsil etmek üzere Halife’ye elçi olarak gönderilecek denli önemli bir konuma ulaştı. Ordugâh’taki altı yılı ertesinde Nizâmulmülk onu Bağdat Nizamiye Medresesi’ne Başmüderris olarak atadı. Henüz 33 yaşındaki Gazzâlî’ye iki de lakap verdi: “Dini güzelleştiren” (Zeynuddin) ve “Üstatların iftiharı” (şerefu’l-eimme).

Gazzâlî’nin Bağdat Nizamiyesindeki dersleri büyük bir hoca ve öğrenci kalabalığı tarafından takip edilmekte, söyledikleri kulaktan kulağa yayılmakta, alınan notlar İslam dünyasının her tarafına ulaştırılmaktaydı. Öyle ki Endülüs’te ortaya çıkan bir hadiseyle ilgili bile, buradan gelen elçiler Gazzâlî’nin görüşlerine müracaat etmekte, söyledikleri herkes için delil ve hüccet haline gelmekteydi. Gazzâlî’ye bu büyük otoriteyi kazandıran şey, sadece fıkıh ya da kelam ilmindeki otoritesi değildi. Gazzâlî öteden beri İslam düşüncesinde teorik gelenekleri meşgul eden yöntem karmaşasının üstesinden gelmiş, kendisinden önceki kelam disiplininin yöntem bakımından yetersiz, felsefenin ise yöntem bakımından güçlü olmasına rağmen, özellikle metafizik söz konusu olduğunda bu yöntemle tutarsız olduğunu göstermişti. Filozofların Tutarsızlığı olarak tercüme edilebilecek Tehâfütü’l-felâsife kitabı büyük yankı uyandırmış, kelam ilmini yeniden inşa etme çabası ise bu disiplini büyük bir yeniliğin kapısına kadar getirmişti. Öte taraftan Bâtınîlere karşı yazdığı reddiyeler ve dinî metinlerin nasıl yorumlanması gerektiğiyle ilgili kaleme aldığı önemli eserler, onu Hüccetü’l-İslâm (=İslâmın hücceti) konumuna getiriyordu.

Gazzâlî İslam düşünce geleneğini eleştirel bir bakışla yeniden okuyarak, herkesin kaçındığı fikrî krizlerin altına büyük bir cesaretle girmiş ve yenileyici bir fikriyatın temellerini atmıştı. Bu fikriyat, Gazzâlî’yle birlikte Nizâmiye medreselerinde hayat buluyordu. Selçukluların kurduğu yapı, aynı yüzyıl içerisinde Nişabur’dan Bağdat’a, Merv’den Tokat’a kadar İslam dünyasının her yerine yayılacak ve yeni dönemin somut yüzünü temsil edecekti. Medrese müfredatı, Gazzâlî’nin çözümlerini yansıtacak şekilde İslam düşüncesinin kurucu metafiziksel ilkeleriyle tutarlı bir şekilde telif edilmiş kelâmî ve mantıksal çerçevenin yanı sıra, Gazzâlice tutarsızlığı gösterilen yabancı metafiziksel ilkelerden arındırılmış fiziksel bir teori ile astronomi, geometri, cebir gibi matematik bilimlere, nihayet İslamî toplumsal düzenin esasını teşkil eden fıkıh geleneğine yaslanıyor, dilbilimleri ile mantık geleneğini her türden yorumlama ve akıl yürütme çabasının temeline yerleştiriyordu. Bu yapı içerisinde herhangi bir görüşün tutarlı ve doğru bir şekilde ortaya konulmasının şartı belliydi: Gazzâlî’ye ait yöntemsel şüpheciliğin izini taşıyan eleştirel değerlendirme veya tahkik kriterlerini geçebilmek.

Gazzâlî, Bağdat’ta istediği bütün makamlara ulaşmıştı. Başkalarının bütün sorularına cevap veriyordu, fakat içini kemiren o büyük soru olduğu gibi durmaktaydı: “Hiçbir şeyin çalamayacağı, içselleştirdiğim ve ahlaka dönüşmüş bir hakikat bilgisine gerçekten erişemez miyim?” Bu soruyu sorarken Gazzâlî sadece hakikatin içinde değildi, bunun da ötesinde  herkes bizzat Gazzâlî’yi hüccet ve hakikat olarak görmeye başlamıştı, fakat hakikat Gazzâlî’nin içine nüfuz etmiş miydi? Gazzâlî’nin en büyük destekçisi olan Nizâmulmülk’ün ve çok geçmeden Sultan Melikşah’ın ölümü, onun üzerinde derin bir tesir bıraktı. İktidar, dünyevî üstünlük, şöhret ve zenginliğin gelip geçiciliği, hiç sarsılmaz denilen Selçuklu siyasal düzeninin iç çekişmelerle çatırdamaya başlaması ve Gazzâlî’nin büyük ölçüde siyasî düzenle ilişkilendirilen toplumsal projesinin nisbî başarısızlığı, düşünürün sürekli erteleyip geciktirdiği büyük yüzleşme ânını haber veriyordu. Gazzâlî, buraya kadar tahkiye edilen süreci kendi içinde eleştirel bir dille ele aldığı otobiyografik eseri el-Munkız’da, bu yüzleşme ânını şöyle tasvir eder:

“Yapmakta olduğum işleri gözden geçirdim: Hocalık yapmak ve öğrenci yetiştirmek yaptığım en iyi işlerin ikisiydi. Sonra medresedeki niyetimi sorguladım, niyetimin Allah’ın rızasını kazanmak değil, şan ve şöhret sahibi olmak olduğunu gördüm”.

Bunun açık ve keskin bir şekilde itiraf edilmesi Gazzâlî için ilk planda yıkıcı bir sürecin başlangıcı idi. Ahlak derslerinde ikiyüzlülüğün nasıl bir erdemsizlik olduğunu anlatırken, kendisinin içinde bulunduğu durum ikiyüzlülükten başka bir şey değil miydi? İlmin Allah rızasını kazanmaktan başka hiçbir şeye hizmet etmemesi gerektiğini anlatırken, kendi haline bakılırsa, bir yalancıdan ibaret hale gelmiyor muydu? Kelam derslerinde her şeyin geçici ve yalnızca Allah’ın veçhinin ebedi olduğunu anlatırken, ebediymişçesine statü, mülk ve dünyevî saygınlık aramak Allah’ın rızasına ortak koşma anlamına gelmez miydi? Büyük aldanışların hazırladığı, büyük bir pişmanlık ve derin bir muhasebe içinde Gazzâlî, kendi ifadesiyle, hastalandı ve dışı ile içinin tutarsızlığına ilişkin bu açık farkındalık dolayısıyla gerçek anlamda dili tutuldu ve konuşamayacak hale geldi. Neredeyse ölüme doğru giden bir fiziksel bitkinlik ve isteksizlik içerisinde tamamen kendi içinde doğru kapandığını söylediği bu dönemden, Gazzâlî iki seviyeli bir farkındalıkla uyandı. Bunlardan ilki, eşkıyanın ona yönelttiği soruya verdiği şimdiye kadarki cevapların yanlışlığını açıkça itiraf etmesiydi: Hiçbir şeyin benden çalamayacağı bilgi, şimdiye kadar öğrendiğim ve yalnızca dünyevî sorunların çözümünde kullanılan fıkıh, kelam, mantık gibi ilimler olamaz. Ayrıca aslında bildiğimi zannettiğim, fakat içselleştirmediğim, dolayısıyla bende eylem ve hal doğurmayan ahlâkî ve hatta tasavvufî her türden bilgi de böylesi hakiki bir bilgi sayılamaz. Bu, Gazzâlî’nin hakiki bilginin ne olmadığına ilişkin açık farkındalığını ifade ediyordu. Bu nedenle İhyâ, bu farkındalığın sarih bir ifadesiyle açılır ve çözmeye çalıştığı krizin insanı olduracak hakiki bilgiden mahrumiyet krizi olduğunu söyler; dolayısıyla canlandırmak istediği şey insanı oldurucu bu hakiki bilgidir. Gazzâlî’nin ikinci farkındalığı, onun bir âlim olarak dinî yaşantının bütünlüğünü temin etme yönündeki toplumsal projesini başından beri Selçuklu siyasî düzeniyle ilişkilendirmese rağmen şimdi siyasî düzenin bu kadar kolay çatırdadığı bir ortamda bu projeyi yeniden ele almasının gerekliliğiyle ilgilidir. Gazzâlî tüm projesini kendisiyle ilişkilendirdiği siyasi düzenin çatırdadığı noktada, dinî siyasetten tedeyyüne doğru bir geçiş yapar. Bir başka deyişle yukarıdan aşağı doğru ilerleyen bir dönüşüm projesinden, bu kez aşağıdan yukarı doğru ilerleyen bir oluşum projesine odaklanır.

Bu iki düzeyli farkındalık içerisinde Bağdat’ı terk ederek Şam’a giden Gazzâlî, burada bir müddet kaldıktan sonra Kudüs’e geçti. Mescid-i Aksâ’da bugün zâviyyetü’l-Gazzâlî olarak bilinen kubbe altında on bir yıl süren bir inziva hayatı yaşadı ve Şam’da telifine başladığı İhyâ’nın telifini burada tamamladı. İhyâ’yı telif ettiği bu dönemde el-Halil’de bulunan Halilurrahman türbesini de ziyaret ve Hz. İbrahim’in huzurunda, bundan sonra hiçbir şekilde bir sultanın emrinde çalışmayacağına ve dünyevî her türden makam ve mansıptan uzak bir şekilde sadece hakikati aramakla meşgul olacağına söz verdi. Bu esnada Müslüman topluluğunun tahkik arayışını kendi şahsında somutlaştırarak girdiği meşakkatli yolun semeresi olarak İhyâu ulûmi’d-dîn şekillenmeye başlamıştı. Dinî bilginin hakikatte ne olduğuna ilişkin yeni bir yorumu ifade eden ve formel dindarlık anlayışını ilâhî rıza gayesiyle ilişkilendirerek ihlas vurgusuyla yeniden ele alan bu eser; için ve dışın, bilginin ve eylemin, niyetin ve amelin birleşip bütünleştiği bir bilme biçimini anlatır. İhyâ sadece bilginleri değil, yönetici zümresinden sıradan halk kitlelerine kadar herkesi muhatap alıyordu.

Bilginin mahiyeti ve değeriyle ilgili bir mukaddime ve ona eşlik eden temel inanç esaslarıyla ilgili bir bölümü takiben İhyâ, esas olarak dört kısımdan oluşur:

  • İbadetler (ibâdât),
  • âdetler (âdât),
  • kişiyi kurtuluşa götüren şeyler (münciyât) ve
  • kişiyi helake götüren şeyler (muhlikât).

Bu dört kısımdan her biri onar kitap içerir. Bu haliyle İhyâ kırk kitaptan müteşekkil bir eser haline gelir.

Eser boyunca Gazzâlî’nin öne çıkardığı ve dünya ilimleri olarak değerlendirdiği fıkıh ve kelam gibi disiplinlerin yerine, kişinin içsel ve dışsal yaşantısına birlik kazandıracak ilim türü olarak vaz ettiği şeyin adı ilmu’l-âhire, yani Ahiret ilmidir. Gazzâlî’ye göre ahiret ilminin konusu insanın cevheri, özü olarak kalbin fiilleridir; amacı ise ahiret saadetinin kazanılmasıdır. Ölümün gerçekliğine inanan biri için hayatındaki en önemli soru, ölümden sonra ona ne olacağı ise ihtiyaç duyduğu en hayati bilgi de onu ölümden sonrasına, yani ahirete hazırlayacak olan bilgidir. İşte Ahiret İlmi, bu dünyadaki tüm bilgilerimizi ölüme ve sonrasına hazırlık olarak tasavvur etmemizi sağlayacak dönüştürücü bilgidir. Aklımıza ve irademize nüfuz ederek bizde bilgi ve eylem bütünlüğü meydana getirir, idrak alanlarımızı ve yaşantımızın tümünü ona nispetle dönüştürdüğümüzde hepsini hakiki manada dinî ve ahlâkî hale getirecek bir kibrit-i ahmer rolü ifa eder. Bu bakımdan ahiret ilminden yoksunluk, bilgi ve eylem bütünlüğünü kaybettirir ve dinî görünseler bile tüm eylem ve bilgilerimizi dünyevî hale getirir. Muamele ve mükaşefe kısımlarına sahip Ahiret İlminin muamele bölümü bilmeyi bir tür olmaya dönüştürecek şekilde mücâhede yoluyla kalbin tasfiyesini ifade eder; mükaşefe kısmı ise bu tasfiye neticesinde hakikatle bizim aramızdaki perdenin açılmasını ve böylece muamele neticesinde ortaya çıkan hallerin müşâhede idrakine dönüşmesini anlatır. Böylece Gazzâlî bilmenin eyleme dönüştüğü yerde, bizzat eylemle önümüze açılan yeni bir bilme biçimini haber verir. Muamele ve mükaşefe kısımlarıyla Ahiret İlmi formülasyonunun Ebû Tâlib el-Mekkî üzerinden Kûtu’l-kulûb’a ve İbn Sînâ üzerinden de özellikle ahlak ve nefs teorileri itibariyle eş-Şifâ’ya bağlandığı yönünde yorumlar bulunsa bile, Gazzâlî’nin İhyâsı İslam dünyasındaki farklı tedeyyün tipolojilerinin tümünden beslenerek onları tasavvuf geleneğinin marifet vurgusu zemininde terkip eden özgün bir yöne sahiptir.

İhyâ’da vaz edildiği Ahiret İlmini Gazzâlî hiçbir şekilde diğer tikel ilmî disiplinlerden biri olarak almaz; ona göre Ahiret İlmi bireysel, toplumsal ve siyasî seviyede her türlü idrâk ve eylem alanını yöneten küllî bir şuura dönüşmelidir. Onun en aşağıdan yukarıya bütün bir idrâk ve eylem alanına nüfuz edip dönüştüren ciheti, tam olarak ihya edici, canlandırıcı yönüne tekabül eder.

Yorum Yap