Kelâm Nedir Ne Değildir?

Osman Demir

Konuya sebr ve taksim ile, kelâmı nitelemek için sıkça yer verilen bazı isimleri eleyerek başlayalım. Öncelikle kelâma bedel çokça kullanılan bir kelime yani teoloji üzerinde duralım: Kelâm elbette sadece bir teoloji (usûlüd-dîn) değildir; Tanrı bilgisi (teo-logos) anlamında bu kelime marifetullah ifadesini karşılayabilir ve biraz genişletilirse bu ilmin esas konusu olan uluhiyete ya da genel anlamda ilahiyata işaret edebilir. Ancak kelâmın tarihte kazandığı içeriği, fonksiyonu, gayesi ve muhatapları dikkate alınırsa, o teolojiye hasredilemez, teoloji onun ancak bir bölümünü oluşturabilir. Bu sorun başına kelime ilave edilip İslam teolojisi terkibi üretilse de ortadan kalkmaz. Kelam en başında ve de her zaman uluhiyet hedefli bir yol alış olsa da üzerine kurulduğu yöntem –ki bu da kelâmdır – bilgi ve varlık bahislerini merkeze almıştır. Teolojinin etrafında kümelendiği çekirdek inanç, kelamın eksenini, ruhunu ve gayesini belirler ancak onda fizikten psikolojiye, astronomiden tıbba ve ahlâka pek çok konu mevcuttur. Hatta sonraki evrede kelâm, dini düşüncenin ötesinde evrensel konuları da bünyesine katmaya çalışmıştır. Kelam kimliğinin bir parçası haline gelen bu ilimleri ihmal edilerek bırakın isbât-ı vâcib yapmayı rüyet ve haşir gibi pür teolojik konuların bile izahı mümkün değildir. Kelâmı teoloji ile eşitlemek, onun içinde kurucu bir unsur olarak öteden beri yer alan pek çok bahsi devre dışı bırakacaktır.

Kelâmı bir reddiye hareketi ya da savunma sanatına (negatif teoloji) indirgemek mümkün müdür? Bu soruya da olumsuz cevap verilebilir, zira akideyi muhafaza ile onu dahili-harici tehditlere karşı koruma bu ilmin amaçlarından biridir. Fârâbî, Gazzâlî ve İbn Haldun gibi alimler de gaye merkezli tanımlarında bu negatif/savunmacı fonksiyonu dile getirirler. Hatta biraz ileri giderek onu Ehl-i sünnetle başlatan ve sırf bu zihniyeti koruyan bir disipline dönüştürenler de vardır. Tarihte kelâm, diğer dinler ve ideolojilere karşı bir reddiye faaliyeti olsa da bu yöndeki tartışmalar iç bünyede zuhur eden ispata dayalı konulara paralel yürümüş neticede ilgili ayetlerin tefsiri etrafında bir sistem oluşmuştur. İtikadî tartışmaları ve kelamın konu hiyerarşisini oluşturan süreç çift yönlüdür; siyaset ve dini metinleri yorumlama (tevil) içeriden; dinler ve türlü felsefî ideolojilerle olan şifahî karşılaşmalar ise dışarıdan hareketle yürütüldü. Ayrıca kelamı savunmacı bir reflekse indirgeyen bu yaklaşım bid‘at ve ilhat tehlikesi yokken, bu ilmi tahsilin gereksiz olduğu ya da zaten mevcut birikimin bizi bundan azade kıldığı gibi hatalı bir sonuca götürür. Kelâm salt formdan ibaret bir diyalektik olamadığı gibi kelamcı da sırf hasmı ilzam için ya da münazarada galibiyet maksadıyla cedel yapıyor da değildir.

Kelâmın ortaya koyduğu kültürel etkileşim, alımladığı teorik çerçeve ve verilerden hareketle onu mutlak bir hakikat araştırması ya da şeylerin doğasını anlama çabası olarak konumlamak da hayli iyimser olacaktır. Bu ilmin erken bir dönemde hakikat araştırmasının soru ve önermelerini konu edindiği malumdur ancak tüm bunlar dini bir gaye olmadan işletilebilmiş midir? Ayrıca böyle bir iddiada hakikat ve hakikat araştırması ile ne kastedildiğinin de açıklanması gerekir; kelamın hakikati, filozoflar, dilciler, mantıkçılar ve sufilerin hakikatinden farklıdır. Bunun gibi onlar nereye kadar hakikat araştırması iddiasında bulunabilirler ve görüşlerini bu seviyeye çıkardıklarında hala kelâmcı olmayı sürdürebilirler mi? İlk dönemde Mu‘tezile ve sonraki muhakkikler teorik felsefenin ele aldığı neredeyse tüm konuları incelemişlerse de neticede bu araştırma fâil-i muhtârın gölgesi altında yürütülmüştür. Onların belli bir dönemde kelâmı tümel bir disiplin olarak inşa etmek istedikleri de doğrudur ancak bu da en nihayetinde dini ilimlerin tümeli olma seviyesine ulaşacak ve varlık olmak bakımından varlığı inceleyen bir noktaya varmayacaktır. Yine de kelâmın metafizikleştiği, belli bir dönemde bu noktayı yokladığı ya da zorladığı ve belli bir hakikat arayışını içselleştirdiği hususu tarihi tecrübeden hareketle iddia edilebilirse de bu inşa da sınırlıdır ve nihayetinde dini ilimler hariç hangi tikel ilimlerin tümeli olduğu sorusunu da beraberinde getirmektedir. Kelâmın bunun dışında uluhiyet merkezli bir disiplin olması ya da teolojik gayelerle hareket etmesi onun yöntemini değersizleştirmemelidir. Onların cedelî önermelerle hareket ettikleri, taraf oldukları, savundukları şeyleri önceden kabul ettikleri ve mutlak kesinlik dışında belli bir grubun savunduğu verileri ispata çalıştıkları gibi gerekçelerle bu ilmi yöneltilen itirazlar olmuştur. Ancak kelâmın özünde vahiy ve inanç ile ilişkisinin ve bizatihi bilimsel mahiyetinin, iddia ettiği kesinliği yukarıda itham edilen boyutlara taşımayı engellediğini göz önünde bulundurmak gerekir.

Kelâm tam anlamıyla bir metafizik de olamaz; onu metafiziğe eşitlesek bu sefer de hangi metafizik olduğunu sorgulamak gerekir. Klasik dönemde ilm-i ilâhî terkibiyle de karşılanan metafiziğin, bir açıdan kelamı temsil etme kapasitesi vardır; ancak oluştuğu bağlam dikkate alınırsa felsefenin bir parçası olan metafizikle arasında ancak bir tür girişimlilik olabilir. Kelâmın konusu olan Tanrı metafiziğin bir meselesidir; ancak bu durum aralarında hiyerarşik bir üstünlük oluşturmamaktadır. İlk dönemde bu ilmi, farklı meydan okumalara karşı tümel olarak kurmak isteyen Mu‘tezile, kelâmın konusunu metafizikle eşitlemeye çalışan Gazzâlî ve onu ilm-i ilahi olarak vaz eden Fahreddin er-Râzî gibi düşünürler olmuştur. Ama kelamın dogmatik boyutu ve felsefî zorunluluk terminolojisinden dikkatlice kaçınması temel meseleleri varlık olmak bakımından incelemesine mani olur. Kelâmın Tanrı’yı salt Tanrı, Hz. Muhammed’i salt insan, alemi de harekete konu olan varlıkların oluşturduğu bir sistem olarak ele alması mümkün müdür? Batı’da kelâma eşdeğer olarak yer yer kullanılan; spekülatif teoloji, dogmatic theology, negatif teoloji, rational theology, natural teology, analytic theology ve sistematik teoloji gibi ifadeleri de bu çerçevede yorumlamak mümkündür. Kelamın yöntemi olan nazar ve istidlale işaretle spekülatif teoloji ya da analitik teoloji, reddiye geleneğine atıfla ya da hasmı ilzam etmeye dayalı bir metodoloji kullanması bakımından da negatif teoloji ya da apoloji; çekirdek bir inanç etrafında önsel bilgilere dayalı bir faaliyet yürüttüğü için dogmatik teoloji ifadeleri de kullanılabilir. Bunlar da esasen işin bir yönünü belki de kendi açılarından en önemli boyutunu göstermesi bakımından değerlidir; ancak üzerinde konuşulan muhtevayı tüm yönleriyle kuşatmakta eksik kalırlar. Ayrıca bu kavramlar kaynakları itibarıyla farklı bir orjine mensup oldukları için de kelamla uyuşmakta zorluk çekeceklerdir. Bu bağlamda kelamın içerdiği bilimsel teorilerin mahiyeti de doğru anlaşılmalıdır; vesail konumunda olan bu dakîk meseleler zaman içinde usul-i selâsenin ispatı yönünde kullanılmıştır. Ancak bu bilgilerin metinlerdeki yoğunluğu dikkate alınarak kelamı bir doğal teoloji kelamcıyı da doğa bilimcisi olarak görmek yanıltıcıdır. Mütekellim meslekten bir doğa bilimcisi olması gerekmeksizin bilimsel verileri ya da bilimsel araştırmaların sonuçlarını kendi özel amaçları doğrultusunda istihdam eden kişidir.

Kelâmın bilimsel kimliğini belirgin hale getirmek ve onu tanımlamak için tüm bu alanlara ilaveten temel İslâm bilimleri içinde; mezhepler tarihi, fıkıh ve akaid gibi dallardan da ayrıştırmak gerekir. Belli bir inanç etrafında oluşan sosyolojik kümelere yani inancın kurumsallaşmış haline odaklanması bakımından mezhepler tarihi hem muhtevası ve yöntemi bakımından kelamdan ayrılır. Fıkıh ise normatif bir disiplin olması ve kıyas yöntemini kullanması açısından kelama yaklaşsa da fiillerin uhrevî sonuçlarını iman ve küfür gibi hükümler ile niteleyen kelâmdan ayrılır. Genelde akaidin naklî metodu ya da selef yöntemini kullandığı kelâmın ise aynı adla nitelenen aklî bir yöntemi izlediği belirtilerek bu iki disiplin ayrıştırılır. Oysaki akaid, konusu, amacı ve kitlesi bakımından da kelamdan farklıdır. İnanç etrafında giriş seviyesinde işletilen bir düşünme olan akaidin amacı müminler arasında bir inanç birliği oluşturmaktır; bunun için iman esaslarını nakli verilere atıfla izah eder. Ancak tüm dini düşünceyi akla nispetle özel bir alanı kuşatan naslar üzerineden kurmak güçtür, nitekim gelenekte vahiy ve nübüvvet teorisi bile aklen temellendirilmiştir. Bu sebeple din üzerine konuşmanın daha evrensel ilkeler üzerine inşa edilmesi gerekir ki bu da kelamın vazifesidir. Akaidin muhatapları teorik düşünce ve cedelî taksimden uzak tutulması gereken halktır (avâm); kelam ise çoğu zaman bunu aşarak evrensel sorunlara odaklanır; bir bakıma onun “Ey insanlar…” dediği yerde akâid “Ey müminler…” demektedir. Ayrıca herkesin akâide ihtiyacı varken kelâm farz-ı kifâyedir, ancak kavrayışı yüksek, açık görüşlü ve iyi niyetli kimselere tatbik edilmesi gereken bir devâdır. Akâid genel dini hareketle ilgiliyken kelâm iç bünyede müteşabihat ile siyasetin dışta ise bilimsel-kültürel karşılaşmaların zorunlu bir neticesi olarak zuhur etmiştir. Bu sebeple aklî bir metodoloji geliştirmiş fethedilen yerlerde düşünsel egemenlik kurulmasını sağlamıştır. Kelâm ilmi akaidden farklı olarak bilimsel teorileri de yüklenmektedir. İnanç meselelerini ele alırken kullandığı diyalektik yöntemi, soru-cevap formunda düşünme tarzı onu kelâm yapar. En başında bilgi ve iman arasında ayrım yapar; kelamcı olmak imanı bilgiye dönüştürmeyi gerektirir. Sadece eserlerin isimlerinden hareketle, inanç konularını ele alan bir eserin kelâm ya da akâid olduğunu tespit etmek de hiç kolay değildir.

Görüldüğü üzere kelam ile onu belirginleştirmeye çalıştığımız alanlar arasında ya tam ya da eksik bir girişimlilik ilişkisi vardır. O halde kelâmı bu disiplinlere indirgemek ve “o budur” demek eksik olacaktır. Ancak kelamın dört başı mamur bir tarifini yapmak da bu alanları bilmeden başarılamaz. Lafız olarak kelam ister kelamullah tartışmalarından isterse itikadi bir mesele üzerinde konuşmaktan (kelâm) türesin; teoloji, metafizik ve akaid gibi alanlardan ayrıştırıldığı ölçüde muhtevasına işaret etme kapasitesi kazanır. O halde belli bir alanla konu ve yöntem birliğine işaret etme, bir amaç dahilinde zihne yaklaştırma vb. durumlar dışında “kelam” ismi bahse konu yapıyı temsil yeteneğine haizdir ve bunda ısrar edilmelidir.

Sonuçta kelâm hem bir ispat yöntemi hem bir söz ve savunma sanatı hem de bu işlemlerin vahyin sınırları gözetilerek üzerinde yürütüldüğü bir muhtevadır; bir dogmalar bütünü değil, canlı soru(n)ları olan dünyevî ve dinamik bir ilimdir; tezleri-önerileri kutsal değil işlevseldir, önermeleri ihtiyaca, zemine ve şartlara göre değişebilir. Toplumun inanması gereken ilkeleri denetler ve inanca bağlılık hissini canlı tutar, hasmı ilzam ederek de teorik tutarlılığını ve çerçevesini belirginleştirir. Kullandığı diyalektik kıyaslar, toplum için kurtuluş imkanını gündemde tutar. Akıl destekli bir imanı korumak için objektif bir kesinliği amaçlar görünse de bunu farklı bir epistemolojik kulvarda yapar ve bu açıdan da ona yöneltilen burhanîlik eleştirisi ihtiyatla karşılanmalıdır. Bilimsel değeri ve kimliği sırf ürettiği bilginin evrenselliği ve kesinliği kriteri ile de ölçülemez. Kelâmın epistemolojik iddiasının sınırlılığı ve ön kabullere dayanmasının getirdiği riskler ise kendine özgü mahiyetinden ve inançla ilişkisinden kaynaklanır. Sahih akide etrafındaki sorunları giderme böylece ortak bir inanç üzere kenetlenen bir asabiyet oluşturma idealine odaklanır. Böylece kelâm, tarihten bugüne dinî düşüncenin savunucusu ve yorumlayıcısı, yeniliklere kapı aralayan bir entelektüel disiplin olarak varlığını sürdürür. Günümüz dünyasında da hakikat arayışı, inanç ve akıl ilişkisi ile karşılaşılan yeni sorular, onu sırf bir miras değil, aynı zamanda sürekli inşa edilmesi gereken bir alan kılmaktadır. Bu yönüyle geçmişle gelecek arasında vazgeçilmez bir köprü ve düşünce geleneğimizin yaşayan bir hafızasıdır.

Yorum Yap