İbn Sînâ, Kitâbü’l-işârât ve’t-tenbîhât
İbn Sînâ’nın (ö. 429/1037) hayatının sonlarına doğru, giderek Aristotelesçilikten uzaklaşan kendine özgü felsefî tutumunu yansıtmak üzerek özlü bir şekilde telif ettiği ve sonraki dönemler boyunca İbn Sînâ felsefesinin nihai yorumunda temel merci kabul edilen felsefe eseridir. Mantık, fizik, metafizik ve metafiziğe mülhak bölümlerden oluşan eser, İbn Sînâ’nın Kâkûyî emiri Alâuddevle’nin himayesinde Isfahan’da bulunduğu esnada, 421-25 / 1030-34 yılları arasında kaleme alınmıştır.
İşaretler ve Tenbihler birkaç noktada İbn Sînâ’nın önceki eserlerinden ayrılır. Bunlardan en dikkat çekici olan ve İbn Sînâ tarafından da özellikle zikredilen ilki, eserin yoğunlaştırılmış diliyle ilgilidir. İşârât’ın fizik ve metafizikle ilgili ikinci bölümünün başında İbn Sînâ, eserde vaz ettiği temel ilkeleri ve bu ilkeleri oluşturan temel unsurlara dair tenbihleri kolaylıkla anlayabilecek yüksek seviyeli felsefi kavrayış sahiplerinin bu özlü içerikten yola çıkarak meseleleri derinlemesine kavrayabileceğini, ama eserdeki işaret ve tenbihleri böyle kolaylıkla anlama kabiliyetine sahip olmayanların eserdeki en açık ifadelerden bile istifade edemeyeceğini söyler. Buradan anlaşılıyor ki filozof, İşârât’ı –eş-Şifâ’da olduğunun aksine– felsefe öğretiminin gerektirdiği ve eş-Şifâ’da sıklıkla dikkat çekilen pedagojik tertip, akış ve üsluba göre değil zaten bu öğretimden geçmiş olanlara hitap etmeyi amaçlayan bir öğreti aktarımı üslubuna göre yazmayı amaçlamıştır. Bu amacın arkasında felsefenin özellikle nazari kısmını kendi varlık-mahiyet, zorunlu-mümkün ve akledilir-duyulur suret ayrımlarına bağlı bir şekilde yeniden ele alma ve onun neticelerini özlü bir şekilde vaz etme fikri bulunur. Bu özlü aktarım, eserin herhangi bir neticeyi bazen ancak dikkatli bir göz tarafından keşfedilebilecek gizli öncüllere sahip kanıtlamalarla ya da herhangi bir kanıtlamaya yer vermeden sunmasına; yaygın hatalara işaret edip doğrusunu vaz ederken yalnızca bu doğrunun ifadesiyle yetinmesine ve unutulan bir hakikatle ilgili okuyucusunu uyarırken o hakikatin doğruluğuyla ilgili uzun açıklamalara girişmemesine neden olmuştur. Böylece eser ancak gerçek muhatapları tarafından müzakere edilip tartışılabilecek bir karakter kazanmış ve sonraki yüzyıllar boyunca sürecek bu tartışmalar şerhler-haşiyeler üzerinden bir İşârât geleneği oluşturmuştur.
İşârât’ı filozofun önceki eserlerinden ayıran ikinci nokta, tertibidir.İbn Sînâ’nın en temel eseri olan eş-Şifâ’da Peripatetik geleneğe uygun bir şekilde Aristoteles’in eserlerinin iç akışı ve tertibine riayet edilse bile el-İşârât’ta bu tertibin dışına çıkılmış; mantık, fizik ve metafizik disiplinleri özgün bir bölümsel sıradüzeni ile yeniden yazılmıştır. Bu minvalde mantık gaye ve kapsam tartışmaları ertesinde tümeller ve tarif meselelerini alarak tasavvurat bölümünü tamamlar, ardından tasdikat bölümünün ilkelerini oluşturacak şekilde önermenin doğası, içerik ve kiplik açısından çeşitleri, çelişki ve döndürmeyi ele alır, sonrasında tasdikatın gayesini oluşturan kıyasın mahiyetini, türlerini, şartlı kıyasları tartışır, ardından kıyasların içeriğine göre türlerine yalnızca işaret ettikten sonra burhani kıyas ve bilimlerin burhani yolla kuruluşunu anlatarak nihayet mugalataya dayalı kıyasların kısaca tanıtımıyla neticelenir. Bu tertipte dikkat çeken en önemli şey eş-Şifâ’nın on kitaptan oluşan mantık bölümünün neredeyse yarısını oluşturan beş sanat kısmının, Burhân kitabının temel meselelerinin aktarımına odaklanan bir bakış açısıyla oldukça özet bir yolla dışarıda bırakılmasıdır. İşârât’ın beş sanatla ilgili bu yaklaşımı, sonraki dönem mantık eserlerinde benimsenerek devam ettirilmiştir. Fizik ve metafizik söz konusu olduğunda İşârât’ın cevher sorunu, madde-suret ilişkisi, cisimlik sureti gibi konular başta olmak üzere normalde Metafizikte ele alınan bazı başlıkları burada fizik içerisinde ele aldığı görülür. Bu haliyle fizik İşârât’ın on namattan oluşan ikinci bölümünün ilk üç bölümünü oluşturur ve cisimlerin cevherleşmesi, yönler, yersel ve göksel nefisler başlıkları teorik fiziğin ana çerçevesini oluşturur. Fiziği takiben, dördüncü namattan başlayıp yedinci namata kadar İşârât sırasıyla, ontoloji bahislerinin özünü teşkil edecek şekilde varlık ve illetleri, yaratma ve gaye konularını ele alır, ardından gerçekliğin mükemmel akli idrakine erişmenin boyutlarını anlatmak üzere soyutlama (tecrîd) konusunu tartışır. Bu bölümler İbn Sina’nın varlık-mahiyet ayrımı etrafında inşa ettiği ılımlı metafiziksel gerçekçi tutumu ve onunla uyumlu bir şekilde temsil epistemolojisini inşa eder. Yedinci namatı, yani tecrîd bölümünü, insani saadetin düşünen nefsin kemaliyle mümkün olduğu ve düşünen nefsin kemalinin de soyutlama ve soyutlanmadan geçtiği fikriyle uyumlu bir şekilde mutluluk, ariflerin makamları ve olağanüstü hadiselerin sırları bölümleri takip eder. Sekizinci ve dokuzuncu namatlar bir yönüyle ahlakla ilgili gibi görünse de metafiziğe mülhak bahisler olarak kurgulanmış olup İbn Sînâ’nın insan nefsinin nazari yetkinliğinin sınırlarını gösterme, bu sınırlara eriştiğinde insanın hem idrak hem tabiata müdahale seviyesinde ne tür güçler elde edebileceğini ortaya koyma amacı taşır. Nihayet olağanüstü hadiselerin sırları başlıklı son bölüm, aslında son iki bölümde boyutları anlatılan yüksek seviyeli nazari idrakin bu kez sınırlarını ortaya koymayı hedefler. İbn Sînâ’nın İşârât’la yakın dönemde telif ettiği Ta‘lîkât’taki eleştirel rasyonalizmiyle birlikte düşünülmesi gereken bu kısım, Meşşai geleneğin duyulur niteliklere dayalı doğa merkezli fiziksel teoriyle izah edemediği için acayiplikle etiketleyerek olağan bilimsel rasyonalitenin sınırları dışına aldığı hadiseleri yeniden doğal nedensellik düzeni içine dahil eder ve nazari idrak tarafından nüfuz edilemeseler de bu hadiselerin nasıl bir doğal yapı içerisinde cereyan ettiğini anlatmaya çalışır. İşârât’ın tecritle ilgili yedinci namatıyla birlikte, sekizinci ve dokuzuncu namatları İbn Sînâ’nın aslında sezgici bir epistemolojiye sahip olduğu yönündeki modern tartışmaların kaynağına yerleşmiş, klasik dönemde ise nazar ve müşahede yöntemleri arasındaki entegrasyonu besleyecek şekilde İşraki eğilimleri beslemiştir. Diğer taraftan son bölüm ise fiziksel gerçekliğin içkin nedensel yapısı ile bu içkin yapıya ilişkin nazari idrakin sınırları etrafındaki tartışmaların odağına yerleşmiş, İslam dünyasındaki İbn Sina sonrası bilimsel rasyonalitenin teşekkülünde hayati bir rol oynamıştır.
İbn Sînâ İşârât’taki meseleleri işaret, tenbih, vehim gibi başlıklar altında ele alır. Eserin adına da taşınan bu terminolojiyi anlamak İşârât’la filozofun başarmayı amaçladığı şeyi kavrama noktasında önem arz eder. Buna göre İbn Sînâ bir kanıtlamaya ihtiyaç duyan meseleleri “işaret” başlığı altında ele alır. Bu başlık altında ortaya konulan meselelerde ya kanıtlamayı ayrıntılarıyla vermeden doğrudan sonuçları aktarır ve kanıtları çıkarmayı okuyucuya bırakır ya önce sonucu aktarır ardından kanıtlamaya yer verir yahut da önce kanıtlamayı verip sonra sonucu ortaya koyar. “Tenbih” başlığı altında ele alınan meseleler herhangi bir kanıtlamaya ya da nazari tahsile ihtiyaç duymaksızın insanın bedihi bir şekilde bildiği, ama küçük bir uyarıyla farkedebileceği şeyleri anlatır. Sözgelimi “Varlık ne demektir?” sorusu, varlığa ilişkin idrak İbn Sina için bedihi olduğundan, tenbih başlığı altında ele alınır. Son olarak “vehim” başlığı altındaki tartışmalar, bir yanılgıyı tashih amacı taşır. Örnek olarak, İbn Sînâ varolmanın duyulur olmakla bir tutulamayacağını anlatmak istediğinde bunu “vehim” başlığı altında yapar. Son olarak “vehim ve tenbih” başlığı ise öncekilerin hakiki akli kavrayıştan veya metafizik anlayıştan yoksun bir şekilde vazettikleri görüşleri tashih etme amacı taşır. Böylece İbn Sînâ el-İşârât’ta işaretler ve tenbihler yoluyla; felsefe tarihindeki meşhur yanılgıları izale etme, üzeri örtülmüş veya unutulmuş hakikatleri hatırlatma ve bilinmeyenlere açık ya da kapalı rasyonel kanıtlamalar yoluyla işaret ederek öğretmek ister.
el-İşârât nazari felsefeye ilişkin sunduğu özgün çerçeve itibariyle sonraki dönemlerde yoğun bir şerh faaliyetine konu olmuş, İşârât geleneği olarak adlandırılabilecek bir literatür ortaya çıkarmıştır. Evhaduddin Ali b. İshak el-Ebiverdî’yle başlayan (ö. 551/1156) bu gelenek Şerefeddîn el-Mes‘ûdî (ö. 582/1186), Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210), Seyfeddin el-Âmidî (ö. 641/1203) gibi isimlerin eleştirel şerhleriyle devam etmiş; Fahreddin er-Râzî’nin etkili şerhindeki güçlü eleştiriler Nasîrüddin et-Tûsî (ö. 672/1273) gibi İbn Sînâcılar tarafından inşa edilen karşı bir şerh geleneği başlatmıştır. Kutbuddîn er-Râzî’ye (ö. 766/1365) gelinceye kadar yoğun ve diyalektik bir şekilde devam eden şerh faaliyetleri, Kutbüddin er-Râzî’nin (Kutbüddîn Râzî, Kitâbü’l-Muhâkemât beyne Şürrâh/Şerheyi’l-İşârât) F. Râzî ve Tûsî’nin şerhlerini muhakemeye tabi tutan eseriyle, muhâkemât geleneği adı verilebilecek yeni bir geleneğin önünü açmıştır. Sonraki dönemde İşârât üzerine yapılan çalışmalar yirminci yüzyıla kadar sürmüştür (Bkz. Yenilenme Dönemi Felsefe ana metinleri ve şerhleri tablosu, İşarat ve şerhleri).
Eserin 1892’de Leiden’de J. Forget tarafından yapılan neşrinden itibaren farklı zamanlarda, özellikle F. Razi, Tusi ve K. Razi şerhleriyle birlikte başta Süleyman Dünya tarafından olmak üzere (1948-49) çeşitli Arapça neşirleri yapılmıştır. Ayrıca eser A. M. Goichon tarafından Fransızcaya (1951), Shams Inati tarafından İngilizceye (1984, 2014), H. Melikşâhi tarafından Farsçaya (1984-88) ve A. Durusoy, E. Demirli ve M. Macit tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir.
* Yazan: İbrahim Halil Üçer. Bu yazı, İslam Düşünce Atlası’dan alınmıştır, c. 2, s. 667-68.