İslam Düşünce Atlası’nın Yeni Edisyonu Üzerine – Cins Dergisi’yle Söyleşi

İlk üç cildi 2017 yılında yayınlanan atlas, yeni versiyonuyla altı cilt ve güncellenen internet siteleriyle hizmet vermeye başladı. Toplamda on yıla yakın bir süreyi bulan bu çalışma sürecinde size özel bir çalışma atlası da oluştu mu? O atlasta hangi diyarlar, isimler, bilgiler sizde iz bıraktı?

İbrahim Halil Üçer: İslam Düşünce Atlası, İslam düşünce tarihine sürekli ve bütüncül bir bakış arzusundan doğdu. Süreklilik arayışı çerçevesinde başlangıcından bugüne İslam düşünce tarihinin dönemleri ve evrelerine, bütünlük arayışı çerçevesinde ise İslam düşünce geleneğini oluşturan unsurlara odaklandık. Birinci odağımız etrafında bizim için de yeni sayılabilecek evreler keşfettik. Bu evreler arasından klasik dönem diyebileceğimiz 7 ila 11. yüzyıllar arası, bugüne değin yapılan yoğun çalışmalar itibariyle daha yakından bildiğimiz bir dönemdi. Buna mukabil 12. yüzyıl ile 20. Yüzyıl arasına tekabül eden yaklaşık sekiz asırlık dönem neredeyse her yüzyılı itibariyle yeni idi bizim için. Bu yüzyıllar içindeki belli evrelerin sergilediği özel karakterler, İslam düşünce tarihi kavrayışım açısından yeni ufuklar açtı bende. Yenilenme Dönemi adını verdiğimiz 12 ila 16. yüzyıllar arası, kendi içinde alt evreler elde etti. Erken Yenilenme Dönemi adını verdiğimiz ve “yöntemlerin inkişafı” ile karakterize edildiğini söylediğimiz 12 ile 13. yüzyıllar arası, İslam düşünce geleneğinin ikinci kurucu safhası olarak kendisini gösteriyor. Gazali, Şehristânî, Fahreddin er-Râzî, Seyfeddin Âmidî, Necmeddin Kâtibî gibi isimler elinde teşekkül eden Yeni-Eş‘arîlik, Ebherî ve Tûsî gibi isimler elinde teşekkül eden İbn Sînâcılık, Sühreverdî ve takipçilerinin inşa ettiği İşrâkîlik ve İbn Arabî ve Konevî başta olmak üzere vahdet-i vücutçu sufiler elinde teşekkül eden Ekberîlik bu evrede nazar ve müşahede yöntemlerinin imkânlarını inkişaf ettirerek hakikat arayışıyla alakalı yeni çerçeveler ortaya koyuyorlar. Nazar yönteminin Yeni-Eş‘arîler ve İbn Sînâcılar elindeki inkişafı, hakikatin aklî yöntemler aracılığıyla kesin ve tam bir şekilde idrak edilip edilmeyeceğiyle alakalı meydan okumalarla yüzleşiyor. Bu meydan okumalar etrafında nazar yönteminin sınırlarına dair ortaya çıkan değerlendirmeler ve bizzat nazar yöntemini savunanların üstlendiği şüpheler, İslam düşünce geleneğinin sonraki evrelerinde felsefe-bilim tarihinin seyrini ciddi anlamda etkiliyor. Söz konusu şüpheler etrafında nazari yöntemin kendisine çizdiği sınırlar ve o sınırlar içerisinde gösterdiği gelişimin hangi noktaya ulaştığı ya da ulaşabildiği sorusu, benim özel çalışma atlasımda artık vazgeçilmez bir araştırma alanını oluşturuyor. Diğer taraftan nazar yöntemini savunanların kendilerine çizdiği sınırlara mukabil, sezgisel yöntemi savunan sufilerin ve İşraki bilginlerin sezgisel yöntem aracılığıyla neleri bilebileceklerine dair büyük iddialarının sonraki yüzyıllar boyunca nazari alana ait olması gereken ne kapsamda bir alanı massettiği sorusu da masama yerleşen önemli soruşturma alanlarından birine tekabül ediyor.

Yenilenme döneminin “yorumlayıcı klasikler” adını verdiğimiz ve 14. yüzyıla karşılık gelen ikinci evresinde ayırt edilebilir birkaç özel eğilim bulunuyor. Bunlardan birini on üçüncü yüzyılda Nasiruddîn Tûsî’den itibaren gelişmeye başlayarak zirvesine Kutbüddin Râzî’de

ulaşan, benim zihinselci dediğim bir felsefi eğilim. Zihin ve gerçeklik ilişkisi etrafında gelişen ve insan zihninin bizzat dış dünyadaki şeylerin içinde bulunan akledilir anlamları mı yoksa zihninde oluşan temsilleri mi bildiği sorusuna odaklanan bir felsefi tartışmada, ikinci tutumu tercih eden İbn Sînâcı geleneğin bu tercihinin gerçekliğe dair soruşturmanın fiziksel, matematiksel ve mantıksal boyutları açısından hangi sonuçlara yol açtığı meselesi de benim için sorular atlasıma eklenmiş durumda. Aynı şekilde, yine bu evrede Seyyid Şerif Cürcani’de ilk işaretlerini görebileceğimiz ve bahsettiğim mantık merkezli zihinselci tutumdan uzaklaşma çabasının da motive ettiği yeni bir eğilim, yani insan zihninin aslında dış dünyanın akledilir ontolojik yapısına ortak bir şekilde iştirak etmesi cihetiyle mutlak varlık anlamına katılarak gerçekliği idrak edebileceği yönündeki bir tutum, nazar ve müşahede geleneklerinin ontolojik perspektiflerini birleştirme çabasının bir ifadesi olması bakımından dikkat çekici. Bu tutum daha sonra Yenilenme Dönemi’nin üçüncü evresinde, 15.-16. yüzyıllara tekabül eden ve “yöntemlerin bütünleşmesi”yle karakterize ettiğimiz “geç yenilenme evresi”nde ortaya çıkan nazari eğilimi önden haber veriyor. En iyi Taşköprülüzâde’de gördüğümüz ve nazar yöntemini belli bir sınıra kadar getirerek, bu sınır ertesinde ortaya çıkan bilinmezlik alanını müşahede bilgisiyle aşmayı öneren yöntemsel bütünleşmeci tutumun boyutları ve söz konusu yüzyıllar boyunca kültürü nasıl etkilediği, Müslümanların gerçekliğe dönük meraklarının nazari sınırlarını nasıl yapılandırdığı sorusu Yenilenme Dönemi’yle alakalı en önemli problemlerden biri olarak karşıma çıkıyor. 16. Yüzyılın sonu itibariyle Müslümanların gerçekliğin farklı boyutlarını farklı yöntemlerle kuşatarak onları bilinebilir, dolayısıyla emin olunabilir hale getiren bir epistemolojik güvenlik kubbesi inşa ettiğini söyleyebiliriz. Aslında Müslümanların önemli bir bölümü hâlâ bu epistemolojik güvenlik kubbesinin altında yaşıyor; hem gerçekliğin katmanlarına dair idrakleri bakımından, hem de bu katmanların hangi yöntemle nasıl bilinebilir olduğuna dair anlayışları bakımından. Ne var ki aradan geçen beş yüzyıl ertesinde bu epistemolojik güvenlik kubbesinde ciddi manada çökmeler meydana geldiğini ve artık altına yerleşen zihinlere emniyet temin edemediğini söylememiz gerekiyor. Atlas’ın beni sevk ettiği ve İslam düşünce tarihine dönük incelemenin bugüne dönük bir mesuliyet olarak bugünkü düşünme atlasımıza yerleşmesi yönünde ikna ettiği şeylerden biri, bu epistemolojik güvenlik kubbesinin nasıl yeniden inşa edileceğiyle alakalı bir çabadır. 

Muhasebe Dönemi adını verdiğimiz 17. ve 18. yüzyıllar bu uzun hikaye açısından kritik bir öneme sahip. 17. yüzyıl bahsettiğim yöntemsel bütünleşmeci çabaların muhasebe edildiği, yani geçmişten gelen birikimin yeniden ele alınmaya teşebbüs edildiği bir evreye karşılık geliyor. Bu evrede hem müşahede bilgisini amaçlayan ve bu bilgiyi yer yer maksimalist bir şekilde vaz eden tasavvufi geleneğin bizzat sufiler tarafından muhasebeye tabi tutulduğunu, sınırlarının iyice daraldığına ikna olmuş mantıksal-nazari bilginin imkânlarının da yine mantıkçılar tarafından keşfedilmeye çalışıldığını görüyoruz. Bununla birlikte söz konusu muhasebenin neticelerini göremeden, 18. Yüzyılda bu kez mevcudun geçmişten gelen birikime nispetle değil, artık Batı’da ortaya çıkan gelişmelere nispetle muhasebe edilmeye başlandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. Muhasebe döneminin bu iki yüzyılı İslam dünyasında Müslümanların zihniyet dünyasında yol açtığı değişimler ve felsefe-bilimin genel gelişimi açısından çok az çalışılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan dönüşümlerin hâlâ etkisini sürdürdüğünü, ancak bugünkü düşünme etkinliğimiz içinde henüz değerlendirme alanı elde edemediğini düşünüyorum. 

Son olarak 19. ve 20. yüzyıllara tekabül eden Arayışlar Dönemi. Bu dönemin iki yüzyılı, Müslümanların tarih boyunca daha önce tecrübe etmedikleri iki büyük travmayı içeriyor. İlki Batılı ilerleme mefhumuna bağlı olarak geleneği sorgulayan; büyük yenilgiler ertesinde Müslümanların kendilerinden ve geleneklerinden şüphe etmesine sebep olan bir şüphe krizi. 19. Yüzyılda belki de ilk defa Müslümanlar kendilerine karşı yenildikleri bir zümreyi ileri, kendilerini geri gördüler ve gerçekten de geçmişten getirdikleri birikimin bu gerilemeye sebep olmuş olabileceğini düşünerek ona şüpheci ve yargılayıcı bir bakışla muamele ettiler. Giderek Müslümanların kendi özbenliklerine yönelen bu şüpheci bakışlar, ilerlemek arzu ediliyorsa İslami geleneğin terk edilmesi gerektiği yönündeki hükümleri doğurdu. Bu hükme katılmayan muhafazakârlar terk edilmesi gereken şeyin İslami gelenek değil, Batılı gelenek olduğunu söyledi. Pratikte entegre olmak zorunda kaldıkları Batılı gelenekten zihinsel bir korunma ve geçmişte kendisine güvenli bir zihinsel korunak elde etme çabasını ifade eden muhafazakâr tutum İslami geleneği tarihte dondurdu. Buna mukabil ilerlemenin İslami gelenekle telif edilebileceğini savunan ıslahçı tutum, biraz da apolojetik bir dille aslında İslamın ilerlemenin farklı unsurlarıyla telif edilebileceğini söyleyerek hızlı bir entegrasyon çabası içine girdi. Bu çabanın neticesinde ortaya çıkan şey bir entegrasyondan ziyade, yamalı bir bohça oldu. Sahip olduğu donanımların eskidiğine ikna olmuş ıslahçı tutum, onu bir geleneğe mensup kılan yazılımı koruyup bu yazılımın üstüne “oradaki” yeni donanımı ekleme arzusuyla hareket etti, ancak yeni donanıma eşlik eden yazılımla yüzleşmeksizin onu entegre etmeye çalıştığı için, yeni donanıma gömülü yazılım ile burada bulunan ve üstüne entegre etmeye çalıştığı yazılım arasında ortaya çıkan bir “cızırtı”yla yüz yüze geldi. Bu cızırtının verdiği rahatsızlık ıslahçıları ya onu iptal etmek üzere Batıcılar gibi eski yazılımdan vazgeçmeye ya muhafazakârlar gibi yeni donanımı da bir tarafa bırakarak eskisiyle uyumlu eski donanımı da korumaya ya da cızırtıyla beraber yaşamaya itti. Bu “cızırtı”yla beraber 20. yüzyıla girdik. Hâlâ bu cızırtıyı ne yapacağımız sorusunun tatmin edici bir cevabını bulmuş değiliz. Arayışlar Dönemi ertesinde Müslümanların yolculuğunun hangi yeni aşamaya intikal edeceği sorusunun cevabı bu cızırtıyı giderecek doğru çözümün ne olduğuyla yakından ilgili. 20. yüzyıl kafasında iyice çınlamaya başlayan bu cızırtı ve üstesinden gelinememiş bir şüphe kriziyle birlikte, yepyeni bir krizle karşıladı Müslümanları: siyasi kriz. Hilafetin ilgasıyla beraber Müslümanlar ilk defa, meşruiyetini şeriatı muhafaza ve icradan değil bilakis onu tard ve ilgadan alan bir yönetici zümresiyle karşılaştılar. İslam ümmeti ümerasını, yani yönetici elitlerini kaybetti. Bu da Arayışlar Dönemi’nin ikinci büyük travması. Bu travma onları söz konusu yönetici elitleri kazanma amacı etrafında örgütlenmiş büyük bir siyasi mücadelenin içine soktu. Bu siyasi mücadele hem önceki yüzyıldan tevarüs edilen cızırtıları tevarüs etti, hem de yeni bir imtihan alanına sebep oldu: Müslümanların eylemlerinden beklenen ilahi rızayı kazanma amacının siyasi maksatlarla sınanması. Her devirde eylemlerimiz o devre özgü çeşitli maksatlarla sınanabilir, bu yüzyılın külli yönelişiyle ilişkili bir biçimde gündeme gelen yeni sınanış eylemlerimizin tümüne sirayet eden ve onların öncelikli ilkesi haline gelmeye başlayan siyasi maksatlarla ilgiliydi. Gelinen nokta itibariyle on dokuzuncu yüzyıldan tevarüs ettiğimiz cızırtılı çınlama içinde süregiden, ilahi rızanın siyasi maksatlara nispetle tâlileştirildiği bir hayatı yaşıyoruz. Cızırtıyı görmezden gelen ve ilahi rızayı talileştirdiği için eylemleri bir türlü kanatlanamayıp “burada” çırpınıp duran Müslümanlar, yeni bir travmanın eşiğindeler: Ahlaki travma. Bu tespitin bugünkü düşünce atlasımızı getirdiği yeni yer şu: Lakaytlık perdesini kaldırıp atarak kulağımızda çınlayıp duran cızırtıyı izale etmenin bir yolu var. Müslüman düşünürlerin daha önce de işlettiği bir yol bu: Tahkik. Yani hakikati ortaya çıkartacak bir eleştirel kavrayış. “Yaşayan açık bir delille, ölen de açık bir delille ölsün” hitabına uygun bir şekilde, hakiki bir hayat ve inanışı talep etmenin yolu. Arayışlar Dönemi 19. yüzyıldan tevarüs ettiği cızırtıyı bu meşakkatli yola girerek izale edebilir ancak. Eylemlerimizin yeniden ilahi rızayı nihai maksat olarak kazanmak suretiyle bizi kanatlandıracak bir ahlaki yetkinlik kazanması, buna dönük bir çabanın ve farkındalığın ortaya çıkması, aslında bizi tahkikin iki yoluna da varis kılacak. Hem nazari, hem ameli.

İslam Düşünce Atlası’nın bana kazandırdığı yeni sorular ve meselelerden bir kısmı böyle. Bunlar İslam düşünce geleneğinin serüveniyle alakalı şeyler. Başta da söylediğim gibi, süreklilik arayışıyla alakalı bir bakış açısından doğan meseleler. Bir de bütünlük arayışından doğan ve geleneği oluşturan unsurların anlamlarına odaklanmamızı temin eden bir tarafı var İslam Düşünce Atlası’nın. Bu arayışın beni yüz yüze getirdiği ve daha önce o seviyede fark etmediğim birçok şey var. Bütüne biraz yukarıdan bakmayı ve parçalarıyla beraber onu tasavvur etmeyi deneyince, bizzat parçaların bütün içindeki yerlerini ve önemini kavrayarak “Aaa demek bu parça bu yeri işgal ediyormuş, şu işlevi görüyormuş” diyerek hayretler içinde kalabiliyor, o parçaya yapılan bugünkü muameleyi görünce iç parçalayıcı bir üzüntüye düçar olabiliyorsunuz. Çoğu zaman bu duyguyu yaşıyorum. Başımı yaslayıp yanında yatmak istediğim taşlar, gövdemi üstüne serip korumak istediğim şehirler, ne anlama geldiğini ve zamanında ne işlev ifa ettiğini anlatabilmek için yepyeni bir dil bulmayı arzu ettiğim kitaplar ve bilginler, çınladığı esnada hemen herkeste nasıl ortak bir duygu seline sebep olduğunu gördüğüm, ama bugün sesini kaybetmiş tınılar var. Daha birçok şey… Bu ev her ev gibi fikirlerden, bilginlerden, kitaplardan, kurumlardan, şehirlerden, havzalardan, resim, yazı, mimari, musiki gibi sanatlara günlük yaşama eşlik eden estetik unsurlardan çeşitli edalar ve tavırlara kadar birçok unsuru barındırıyor içinde. İslam Düşünce Atlası da malum bu unsurları hesaba katarak, onların bütün içindeki yerlerini, anlamlarını ve işlevlerini göstermeyi hedefledi. Ne kadar başarabildi bilmiyorum. Ama onları bütün içinde tasavvur ederek anlamlarını keşfetmemiz gerektiğine dönük bir bilince davet etmeyi başardı sanıyorum. En azından benim için bu böyle oldu. Bugün Herat, Yeni-Delhi, Merv, Sivas, Tokat, Kastamonu, Malatya, Timbuktu başka, bambaşka yerlerdir benim için. Aynı şekilde Gevherşad Hatun Külliyesi, Gök Medrese, Buhara Nadir Bey Medresesi, Pây-i Kâlân, Registan, Çar Minâr, Hacı Bektaş Külliyes ve daha birçok mekân başka, bambaşka anlamlarla zihin dünyamda giderek büyüyen yerlere sahip. Kilimlerden, tasvir eserlerine, hattan musikiye İslam sanat tarihi dünyası capcanlı bir dünya olarak önüme serildi. Kitaplığımda kilimlerle ilgili neredeyse bir kütüphane oluştu, aynı şekilde diğer sanatlarla ilgili de… Musikinin dünyasına intikal ettim, uzun süredir iştigal ettiğim ney ve bendir, şimdi beni taşıdıkları tınılar ve durdurup teneffüs etmemi temin ettikleri makamlarla farklı şeyler. Hasılı Atlas’la bir şehre vardım ve parçalanmış bu şehrin parçalarını toplayıp birleştirmeye çalışırken kendimi de yapılır buldum. İçime doğan şey hakiki bir tahassür. O dünyaya dönme duygusundan çok, onu buraya getirme. Buraya, şimdiki yaşantımıza, hepimize yeniden sekinet bahşedecek yeni formlar ve anlamlarla. Ve o anlamlarla formların asli örneği, atası olan unsurlara büyük bir ihtiram içinde… İçinde sürekli bir şekilde o formlar ve anlamların ölmez ruhlarını taşıyan bir haşyetle…

Hocam, İslami ilimler sanki hayattan kopuk çok soyut konularmış gibi ele alınıyor. Bu yaptığınız derleme çalışması Türk düşünce hayatında somut bir karşılığı olacak mı?

Genel olarak İslam düşünce geleneği, hayatın kendisi esasında. Bu hafızaya dönük ilgisizlikten kaynaklanan kopukluk, o hafızanın geri çekilmesi neticesini doğurmadı. Hafıza böyle bir şeydir. Siz onu terk etseniz de o sizi terk etmez. Düşünce tarihine dönük merakımızın, doğrudan doğruya bugünkü düşünme etkinliğimizle alakalı olması gerektiğini kavradığımız anda, hafızanın buradaki somut karşılıklarını göreceğiz. Evet, insanlar geçmişteki şeylere çok çeşitli nedenlerle ilgi duyabilir. Tarihi Salı Pazarı’ndaki tezgahlarda yer alan, hiç tanımadığımız insanların siyah beyaz fotoğrafları veya çatı arasına gizlenmiş eski eşyalar kadar bir filozofun düşünceleri ya da kişisel yaşantısı da bizde merak ve ilgi uyandırabilir. Ne var ki bu türden ilgiler, derinleştirilmediği ölçüde, nostaljik veya magazinsel bir meraktan öteye geçmez. Bunlar faydalı bir uğraş olarak takdir, hatta teşvik edilebilir, ancak ne bir tarihçi geçmişteki hadiselere ne de bir düşünce tarihçisi geçmişteki düşüncelere böyle bir merak saikiyle yönelir. Ne olursa olsun herhangi bir merakın toplu bir mesai sarfını hak edecek ilmî bir disiplin haline gelebilmesi, bugün, buradaki insanın “Kimim?, Neredeyim?, Ne Yapmalı ya da yapmamalıyım?” gibi hayati sorularıyla ilgili olmasına bağlıdır. Dolayısıyla geçmişteki düşüncelere dönük merakımız, bugün her birimizin sorduğu bu türden sorularla ilişkili olmadığı sürece genel manada bir kültürlenme çabasından başka bir şey ifade etmez; burada, bahsettiğiniz haliyle somut bir karşılık da bulamaz.

Peki yakın, uzak ya da çok uzak geçmişte ortaya çıkmış düşüncelerin bizim bugünkü düşünme etkinliğimizle somut bir şekilde nasıl bir ilişkisi bulunabilir? Bu soruya cevap vermeden önce şöyle bir bakalım; sahip olduğumuz kaç fikir yepyenidir? İnsan, varlık, bilgi, değer, âlem ve tanrı gibi konular hakkındaki fikirlerimizin neredeyse tamamına yakını geçmişten gelerek uzun süreler içinde oluşmuştur. Düşünce tarihçisi işte bu olgudan yola çıkar ve bugünkü düşüncelerimizi oluşturan süreçleri kavramaya çalışır. Dolayısıyla onun geçmişteki düşüncelere dönük merakı basitçe “Eskiler neler düşündü?” sorusundan yola çıkmaz. Bunun yerine “Bugün neyidüşünüyoruz?”, “Bugünkü düşüncemizi yönlendiren temel fikirler nelerdir?”, “İnsanın temel sorularına tarih boyunca nasıl cevaplar verildi ve bu cevaplar nasıl değişti?”, “Bugünkü düşüncelerimizle geçmiştekiler arasında nasıl bir ilişki var?” gibi sorulardan başlar ve buradan kalkarak geçmişteki düşüncelere doğru yönelir. Böylece bir yandan temel insani soruları ve onlarla ilgili düşüncelerin tarihini kavrarken, diğer yandan bugünkü düşüncelerimizi kuran temel bileşenleri tanıma yoluyla şimdiki düşünme etkinliğimize farkındalık ve sıhhat kazandırmış oluruz.

Geçmişteki düşüncelere dönük merakımızın şimdiki düşünme etkinliğimizle yakından ilişkili olması, onu sadece nostaljik ve magazinsel meraktan ayırt etmez; düşünce tarihini bugün üstesinden gelemediğimiz her türlü sorunla ilgili mucizevi bir çözüm sandığı olarak gören hayranlıkla dolu bir meraktan da ayırt eder, etmesi gerekir. Zira böylesi bir merak, düşüncenin üstlenmesi gereken şimdiki sorumlulukları bir kenara bırakır ve parlak geçmişte üretilmiş fikirleri, belki de sırf parlak bir geçmişte üretildikleri için araştırmaya ve geçmişe duyduğu özlem nedeniyle yeniden üretmeye değer bulur. Oysa bu durum düşünceyi gerçeklikten koparır, destansı geçmiş tasavvuruyla bizatihi geçmişin çarpıtılmış bir şekilde kavranmasına neden olur ve hesaplaşmaksızın bugüne boca ettiği parça parça fikirlerle düşünce dünyasını yamalı bohçaya çevirir.

Diğer taraftan düşünce tarihçisi, hayranlıkla dolu bir meraka ne kadar mesafeli ise kırgınlık, küskünlük ve yabancılaşmayla dolu bir lakaytlığa da o kadar mesafeli olmalıdır. İnsanlar birçok farklı nedenle geçmişe özlem ve hayranlık duyabileceği gibi, ona yabancılaşabilir, hatta giderek ona karşı kırgınlık ve nefret dolu duygular da besleyebilir. Geçmişle böylesi bir ilişkinin önde gelen sebeplerinden biri, insanların memnuniyetsizlik duydukları şimdiki hallerinden geçmişi, geçmişteki atalarını ve onların eylemleriyle düşüncelerini sorumlu tutmalarıdır. Bu canlı itham içerisinde geçmiş sadece bir yabancılaşma değil, aynı zamanda nefret nesnesi haline gelir ve oraya dönük her türden ilgi sadece anlamsız değil, kaçınılması gereken tehlikeli bir ilişki örneği olarak görülmeye başlanır. Böyle bir bakış açısının temel sorunu şudur: Biz geçmişi terk ettiğimizi düşünebiliriz ama geçmiş bizi terk etmez; bilinç düzeyinde gerçekleşen bir hesaplaşma yerine duygusal bir ayrılıkla terk ettiğimiz geçmiş, giderek bilinç dışı bir düzleme yerleşir ve her türden düşünme etkinliğimizi bu bilinç dışı düzlem üzerinden bu kez negatif bir yolla yönlendirmeye başlar. Bu tutum, sahiplerini sadece geçmişin çarpık bir resmiyle baş başa bırakmaz, onların şimdiki düşünme etkinliklerinin yapısını düşman bir geçmişin kavga edilen hayaletiyle bozup durur.

Hayranlık ve nefret tutumu ortak bir özelliği paylaşır: Duygusallık. Duygular insan yaşamı için vazgeçilmezdir, fakat düşünceyi yalnızca etkilenimler katmanına hapsettikleri ölçüde, etkilenimlerden bağımsız içsel ve dışsal gerçekliğe erişme imkânını baltalarlar. Çok sevdiğiniz ve hayranlık duyduğunuz, keman çalan fakat şimdi ölmüş sevgilinizi tahayyül edin; ona duyduğunuz hayranlık onun bir parçası haline gelen kemana karşı da hayranlığa dönüşebilir. Öyle ki kemanla ilgili her türden eleştiri veya onu başka enstrümanlarla karşılaştırma yönündeki herhangi bir teşebbüs, giderek dostunuza dönük bir saygısızlık olarak belirebilir zihninizde; artık bu etkilenim katmanından bağımsız bir şekilde ne kemanı ne de başka enstrümanları tasavvur edebilir hale gelmişsinizdir. Bu durum hem kemana, hem başka enstrümanlara dönük düşüncelerinizi bozar. Bu kez ney üfleyen, fakat kavga ve nefretle ayrıldığınız eski sevgilinizi tahayyül edin; ona dönük nefretiniz giderek onla özdeşleştirdiğiniz neye de yönelmeye başlar. Yeni dostlarınız sizi bir ney dinletisine davet ettiğinde buraya gitmekten imtina edebilir, ney üfleyenlere karşı mesafeyle yaklaşabilir ve giderek neyin neden berbat bir enstrüman olduğuyla ilgili söylevler verirken bulabilirsiniz kendinizi. Neyle ilgili size gayet objektif gibi görünmeye başlayan negatif tutumunuzun kaynağında, aslında kendinize bile itiraf etmekten çekindiğiniz eski bir kavga yatar. Bilinç düzeyine çıkarıp bir türlü sağlıklı bir şekilde yüzleşmediğiniz bu ilişki, siz onu terk ettiğinizi düşünseniz bile sizi terk etmez ve bilincinizin alt katmanlarına iyice yerleşip bilinç seviyesindeki tüm eylemlerinizi yönlendirmeye, giderek irrasyonel hale getirmeye başlar. Neye, kemana, müzik aletlerine, müziğe, müzik tarihine ve kültürüne soğukkanlı bir bakış için duygusallığın ötesine geçen, etkilenimlerden imkân ölçüsünde uzak, rasyonel bir tutuma ihtiyaç vardır. Geçmiş ve ona ait unsurlar hayranlığın ya da nefretin konusu olduğunda, sadece anlamlarını kaybetmek ve bu tutum sahiplerinin düşünme süreçlerini bozmakla kalmazlar, aynı zamanda kavga kaynağı haline gelirler.

Bu çalışma yurtdışında nasıl karşılandı? Olumlu olumsuz ne gibi geri dönüşler aldı? Yurtdışından ne gibi destekler geldi?

Çalışma yayımını takip eden süreçte yurt dışında çeşitli toplantılara konu edildi. Filistin’de, Almanya’da, Fransa’da, Lübnan’da, Mısır’da çeşitli ilmi toplantılarda ele alınıp, önerileri tartışıldı. Diğer taraftan yurt dışında yaşayan birçok Müslüman öğrenci bu çalışmayla alakalı, hâlâ devam eden özel okuma grupları kurdular. Özbekistan’dan, Bengladeş’ten, Pakistan’dan, Mısır’dan, Doğu Türkistan’dan, Almanya ve İngiltere’den çeşitli gruplar eserin Özbekçe, Bengalce, Urguca, Arapça, İngilizce ve Almanca gibi dillere tercüme edilmesi için teşebbüste bulundular. Onlara yeni versiyonu beklemelerini söylemiştik. Artık yeni versiyon çıktığına göre, tercüme süreçleriyle alakalı da bazı adımlar atılacak diye düşünüyorum.

Bir ileri aşama olarak İslam Düşünce Atlası’na dair yeni fikirleriniz var mı?

İslam Düşünce Atlası dinamik bir proje. Belki basılı olarak artık yeni bir versiyon gündeme gelmeyecek. Bununla birlikte web sitesi, sürekli olarak bir ekip tarafından güncel tutulacak. Araştırmacılar yeni bilgilerle burayı geliştirecekler.

Daha ileri seviyede İslam Düşünce Atlası’nın içinden özelleşmiş çalışmalar çıkabilir. İslam Şehirleri Atlası, İslam Sanatları Atlası gibi… Özel olarak belli disiplinlerin tarihiyle alakalı süreklilik ve bütünlük taşıyan yeni yazım türlerine de ilham vereceğini düşünüyorum. Fıkıh, dil, tasavvuf, mantık, felsefe, ahlak-siyaset gibi alanların tarihinin bu şekilde, başından bugüne değin kesinti taşımayan, dönemler ve evreleri belirgin bir biçimde yazılması mümkün hale gelecek.

İslam Düşünce Atlası’nın artık bizi taşımasını umduğumuz yeni evre, önceki bir sorunuza verdiğim cevapta zikrettiğim haliyle düşünce tarihi çalışmasından beklenen asıl çabayla ortaya çıkacak. Bugünkü düşünme etkinliğimize sıhhat kazandıracak şekilde, şimdiki temel sorularımıza verilen ve geçmişten bugüne gelerek varlığını devam ettiren cevapları tahkik ameliyesine tabi tutma çabası. Bu, şimdiki düşünme etkinliğimize sıhhat kazandıracak bir felsefi çabaya dönüştüğünde, Arayışlar Dönemi’ni geride bırakacak evreye de intikal etmiş olacağız.

Yorum Yap